Memet Fuat

Ölüm Nedeni: akciğer yetmezliği
Öleli tam: 21 yıl, 11 ay, 14 gün olmuş.
Öldügünde: 76 yaşındaydı.

Memet Fuat (Mehmet Fuat Engin Bengü) (16 Şubat 1926, Erenköy, İstanbul – 19 Aralık 2002, İstanbul), Türk eleştirmen, yazar, yayıncı ve eğitimci.
Memet Fuat (Mehmet Fuat Bengü) (d. 16 Şubat 1926, İstanbul – ö. 19 Aralık 2002) Eleştirmen, yazar, voleybol antrenörü, eğitimci. Nazım Hikmet’in üvey oğludur.
Memet Fuat 16 Şubat 1926’da, İstanbul’un Erenköy semtinde, Ethem Efendi Caddesi üstündeki Mehmet Ali Paşa köşkünde dünyaya geldi. Şaire Nigâr Hanımın düşürdüğü tarihten 21 Aralık 1899’da doğduğu anlaşılan babası Vedat Örfi, o sırada gerçi yirmi yedi yaşına girmişti, ama evlenince ayrı bir eve çıkmış değildi.

23 Aralık 1906 doğumlu olan Piraye’yle, İstanbul işgal altındayken, Bursa’ya halasının evine konuk gittiğinde karşılaşmış, hızla gelişen bir aşk sonunda, daha eli ekmek tutmadan, kendisini çok seven, bir dediğini iki etmeyen babası Mehmet Ali Paşaya güvenerek evlenmişti.

İyi yetiştirilmiş, Fransızca bilen, piyano çalan, o günlerin deyimiyle “kalemi kuvvetli”, yetenekli bir gençti. Ama yolunu seçebilmiş değildi. Gazetecilik ediyor, romanlar, oyunlar yazıyor, Darülbedayi’de (Şehir Tiyatrosu’nda) yakışıklı genç erkek (Jön) rollerine çıkıyordu.Evlendiklerinde Piraye on altı yaşındaydı. 21 Aralık 1923’te ilk çocukları Suzan doğdu. O yıllarda kadınlar genellikle evlerde ebeyle doğum yaparlardı, ama bu doğum annenin yaşça küçüklüğü göz önünde tutularak Amerikan Hastanesi’nde gerçekleştirildi. Oğlunun tiyatroculuğa ağırlık verdiğini, geçimini sağlayacak doğru dürüst bir iş tutmaya yanaşmadığını görerek biraz huysuzlanmaya başlamış olsa da, köşkte yaşayanların bütün giderlerini Mehmet Ali Paşa karşılıyordu. Doğum bakım, hastalık sağlık, giyim kuşam, her şey…

Piraye ikinci çocuğuna gebe kalınca, Vedat Örfi bu kez piyanistliğe karar verip, bir kemancı, bir de kadın şarkıcı ile üçlü bir grup oluşturarak Paris’e, alaturka konserler vermeye gitti. Bir çırpıda çok para kazanmak, çocuklarına “iyi bir gelecek” hazırlamak amacında olduğunu söylüyordu. Gözü hep yükseklerdeydi. Geçimini sağlamayı değil de, bayağı varlıklı bir insan olmayı özlüyordu. Gebe karısını, iki yaşını süren kızını baba evinde bırakıp Paris’e doğru “sonu belirsiz” bir serüvene atılmıştı. Önce Fransa’dan geldi mektuplar, kartlar; derken Mısır’dan…

Mehmet Fuat BengüGünler, aylar, yıllar geçmeye başladı… Piraye Erenköy’de kocasını bekliyor, bir ebeyle köşkte doğan Mehmet ile ablası Suzan, babaları yerine, kendilerini çok seven dedelerinin çevresinde dolanarak büyüyorlardı. Bebeğin göbeğini keserken ebe, “Mehmet” demişti, dedesi de, bu ilk erkek torununa, Ayşe Sultanla evli olduğundan Paris’e sürgüne gönderilen kardeşi Fuat Paşanın adını verdi. Sonradan bunlara Piraye’nin annesi Nurhayat Hanım da “Engin”i ekledi. Vedat Örfi Paris’te alaturka konserlerden bir çırpıda çok para kazanamadığını görünce sinema alanına sapmış, birkaç filmde oyunculuk etmiş, yönetmenlik konusunda bilgiler edinmiş, sonra da orada öğrendikleriyle, daha sinemasını yeni yeni kurmaya çalışan varlıklı bir Ortadoğu ülkesinde iyi bir konuma gelebileceğini düşünerek Mısır’a geçmişti. Dört yıl kocasını sabırla bekleyen Piraye, sonunda bu evlilikten umudunu keserek çocuklarını alıp annesinin Kadıköy’deki evine gitmeye karar verdi. Ne var ki, Mehmet Ali Paşa Suzan’ı bırakmak istemiyordu. Suzan da, “Ben köşkümden ayrılmam,” diye diretince, Nurhayat Hanımın Sular İdaresi’nin sokağındaki sefertası evine gidenler yalnızca Piraye ile Mehmet oldular. Kadıköy’de, işgal altındaki İstanbul’dan kaçıp Bursa’ya sığındıklarında ailece tanıştıkları dostlarını da içeren bir çevreleri vardı. Piraye’nin 1930’da önce Samiye’yle, sonra Nâzım Hikmet’le tanışması o çevrede oldu. Nâzım bu kırmızı saçlı, içinde yeşil, kahverengi adacıklarıyla bal rengi gözlü, pembe beyaz genç kadını hemen benimsemişti. Ama Piraye açısından bir yakınlaşma öylesine kolay görünmüyordu. Küçük çocukları olan dul bir kadındı, üstelik daha kocasından ayrılma işlemleri bile tamamlanmamıştı… İki yıla yakın çekiştiler, nerdeyse kovalamaca oynadılar. Fahamet ile Vedat evlenince Nurhayat Hanım, Çamlıca’da Altunizade köşkünde teyzesiyle oturan küçük kızı Selma’yı da yanına alıp, bütün kızlarıyla birlikte, Sular İdaresi’nin sokağındaki sefertası evden Bahariye’de Ayia Triyada Kilisesi’nin yanına düşen Nispiye Sokağındaki (bugünkü adı Dr. İhsan Ünlüer Sokağı) beş odalı bir apartman katına taşındı.

Nâzım’ın annesi Celile Hanım Piraye’yi iki çocuklu dul bir kadın olduğu için oğluna uygun görmüyordu. Piraye’nin annesi Nurhayat Hanım ile ondan ayrılıp ikinci bir evlilik yapmış olan babası Muhtar Bey ise, Nâzım’ı, komünist olduğu, ömrü cezaevlerinde geçeceği için kesinlikle istemiyor, kızlarına, “Aklını başına topla, gençliğin sona ermeden, varlıklı bir adamla, doğru dürüst bir evlilik yap,” diyorlardı.

1931 yılı bu havada geçti. Ama iki ailenin uyarıları da bir sonuç vermedi. Nâzım aşk konusunda kimseyi dinlemezdi. Önceleri annesiyle babasının sözünden çıkmayacak gibi görünen, “Benim iki çocuğum var, bu kez gönlümün değil, aklımın sesini dinleyerek evleneceğim,” diye bir hayli direnen Piraye de sonunda gönlüne yenik düştü. Nispiye Sokağındaki apartmanın hemen yanında Sabiha Zekeriya’nın (Sertel) açtığı Kirdergarten adlı anaokulu vardı. 1931-1932 öğrenim döneminde Mehmet, Nâzım’ın baba bir ikiz kardeşleriyle birlikte bu anaokuluna gitti. Sabiha Zekeriya şair dostunun getirdiği üç çocuktan da okul ücreti almamıştı. Anaokul yolunda karşılaşmalar, Fenerbahçe’de, Moda’da toplu gezintilere katılmalar derken,Nâzım Bahariye’deki apartmana sık sık uğrar oldu. Mehmet onun gelişini pencerelerden izliyor, daha kapıdan girerken boynuna atılıyordu. 1931 yılı sonlarında ya da en geç 1932 yılı başlarında Nâzım ile Piraye artık evlenmeye karar vermiş durumdaydılar. 1932 yılına gelirken iki aile birleşip Erenköy’de Mehmet Ali Paşa köşkünün karşısındaki Mithat Paşa köşkünü tuttular. Nurhayat Hanım, kızları Fahamet, Piraye, Selma, Fahamet’in kocası Vedat (Başar), Nâzım, Nâzım’ın kız kardeşi Samiye ile kocası Seyda (Yaltırım), bir de Mehmet, büyük bahçesi, çamlıkları, yemişliği, bağı, sebzeliği, kümesi, ahırı, ayrı bir otlağı bulunan, bodrumunu, girdisini çıktısını saymadan on iki büyük odalı, ama yıllar yılı öylece bırakılmış bu güzel köşke yerleştiler.

Piraye bir türlü yurda dönmeyen Vedat Örfi’den ancak 13 Eylül 1932’de ayrılabildi. Araya Nâzım’ın tutuklanıp Bursa’da idam istemiyle yargılanması da girince evlenmeleri ancak 31 Ocak 1935’te gerçekleşti. Mehmet öğrenime, 1932-1933 döneminde, Kızıltoprak’taki özel bir ilkokulda başlamıştı. Erenköy’de evlerine yakın devlet okulları varken, paraşolla gidip geldikleri bu uzak okulun seçilme nedeni, sabahları erken kalkmasın diye dedesinin iki yıl okula göndermeyip evde özel öğretmenlerle okuma yazma öğretmeye çalıştığı Suzan’ı, sınavla üçüncü sınıfa almayı kabul etmeleriydi. Ablasıyla aynı okula verilen Mehmet, ikinci sınıfa geçince Erenköy’deki 38. İlkokul’a aktarıldı; 1935’te Nâzım ile Piraye evlendiklerinde bu okulda üçüncü sınıf öğrencisiydi. Orhan Ezine ile Vedat Başar’ın tanıklığıyla Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde sessiz sedasız bir nikâh kıyılmıştı. Yalnızca köşktekiler biliyordu durumu. Bir tören yapılmadığı için evlendiklerinden kimsenin haberi olmadı. Pek çok kimse nikâhlanmadan birlikte yaşadıklarını sanıyordu.

Nâzım 1.5 yıl kaldığı Bursa Cezaevi’nden dönünce, önceden olduğu gibi, gene Nişantaşı’ndaki İpek Film Stüdyosu’nda çalışmaya başlamıştı. Erenköy’den gidip gelmek bayağı zamanını alıyordu. Ayrıca yol parası da çok tutuyordu. 1936’da Nâzım, Piraye, Mehmet, Cihangir’de Güneşli Sokaktaki Mühürdaroğlu Apartmanı’nın yedinci katında minicik bir daireye taşındılar.

Mehmet dördüncü sınıfı Büyükparmakkapı Sokağının sonundaki Beyoğluspor Kulübü’nün önünden sağa sapınca, az ilerde, solda, o yıllarda kapalı olan Mason Derneği’nin Milli Eğitim’ce kullanılan binasında, Beyoğlu 13. İlkokul’da okudu. Ertesi yıl bu okuldaki öğrencilerden bir bölümü, örnek bir ilkokul olarak Fındıklı’da yapılan yepyeni bir yapıda, en seçkin öğretmenlerle öğretime başlayan İsmet İnönü İlkokulu’na aktarıldılar. Mehmet de o öğrenciler arasındaydı. Derslikleri özel olarak düzenlenmiş, pırıl pırıl bir okulda, gerçekten çok yönlü örnek bir eğitim uygulanıyordu. Orada okumak başlı başına bir mutluluktu. Elişleri dersinde ebru yapılır, evişleri dersinde sofra kurulur, biyoloji, coğrafya gibi derslerde belgesel filmler izlenirdi. O yıllarda öğrenim dönemi üçe bölünüyordu. Yani üç kez karne alınırdı. İlk iki karneyi İsmet İnönü İlkokulu’nda alan Mehmet, zorunlu bir taşınma yüzünden, üçüncü dönemde Erenköy 38. İlkokul’a aktarıldı. Cihangir’deki Mühürdaroğlu Apartmanı Nuri Demirağ’ındı. Yedinci kattaki bu küçük daire genellikle dışardan gelen yabancı mühendislere filan verilmek için boş tutulurmuş. Nâzım kiralarken de, “Öyle bir durum olursa, birkaç ay önceden haber veririz, çıkarsınız,” demişler. Ünlü bir işadamı olan Nuri Demirağ, Nâzım’a çok yakınlık göstermiş, istendiğinde dairenin boşaltılacağı konusunda kâğıt imzalatmaya bile gerek görmeyerek, “Bu memlekette sizin kadar dürüst kaç insan var!” gibi sözler etmiş, ayrıca kirada da kendiliğinden indirim yapmış. Onun için de Avrupa’dan mühendislerin geleceği, dairenin boşaltılması gerektiği bildirildiği zaman, mevsimin uygun olup olmadığı hiç düşünülmeden yollara düşülüp ev aranmaya başlandı. Sonunda Nişantaşı’nda İpek Film Stüdyosu’na çok yakın, ama biraz büyük, beş odalı bir apartman dairesi bulundu. Gene Cihangir’de oturan Cavide Hanım da ev arıyordu o günlerde. Nâzım’ın analığı ile baba bir üvey kardeşleri… Nişantaşı’ndaki ev birlikte tutuldu.

Mehmet’in Nişantaşı’ndan Fındıklı’ya gidip gelmesi sakıncalı görüldüğü için de, beşinci sınıfı Erenköy’de dedesinin yanında oturup 38. İlkokul’da tamamlaması kararlaştırıldı. Aslında Nişantaşı’nda taşındıkları eve yakın bir ilkokul vardı, ama son dönemde böyle beklenmedik bir aktarma yapılırken alışık olunan bir okulun seçilmesi daha akla yakındı. Nitekim Mehmet 38. İlkokul’da eski arkadaşlarının, eski öğretmeninin sınıfına verildi.

İki okulun eğitim düzeyleri arasındaki ayrım çok açıktı. Derslerde de bir hayli geride kalınmıştı. Yeni bir konu işleneceği zaman, öğretmeni, Mehmet’e, “Haydi, kalk anlat bakalım,” diyordu. Mehmet de kalkıp, büyük bir mutluluk içinde, başlıyordu önceki okulunda öğrendiklerini anlatmaya. Piraye çocuklarının mutlaka bir yabancı dil öğrenmelerini isterdi. Mehmet Ali Paşa da istiyordu bunu. Ama biri İngilizce, öbürü Fransızca diye tutturmuşlardı. Dedelerine kalsa Mehmet’i Sen Jozef’e verecek, Suzan’a evde özel Fransızca dersi aldıracaktı. Anneleri ise Mehmet’in Robert Kolej’e, Suzan’ın Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne gönderilmesinden yanaydı.

Sonunda Piraye’nin dediği oldu. Bütün aile bir araya gelip okul taksitlerini denkleştirdiler. Önceleri biraz uzak durduysa da bir süre sonra Mehmet Ali Paşa gene baş destekçi durumuna geçmekte gecikmedi. Gerekli işlemleri yaptırmak için Robert Kolej’e gittiği gün, Nâzım Hikmet’in sırada beklemekte olduğunu öğrenen Türk müdür Hüseyin Pektaş, şairi odasına çağırtıp yakınlık göstererek ağırlamış, kendisinden iki çocuk için tek çocuk parası alacaklarını, bunu da üç taksite böleceklerini bildirmişti. 1937-1938 öğrenim döneminde Mehmet ile Suzan, Nişantaşı’ndaki Selçuk Apartmanı’nda, annelerinin yanında oturuyorlardı. Biri Robert Kolej’de Hazırlık I’e, öbürü Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde Hazırlık II’ye gidiyordu.

17 Ocak 1938 gecesi, Nâzım Hikmet, konuğu olduğu halasının oğlu Celâlettin Ezine’nin evinden polislerce alınarak Ankara’ya götürüldü. Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde hızla yargılanarak, kanıtlanmış hiçbir suçu yokken, 29 Mart 1938 salı günü saat 10’da 15 yıl cezaya çarptırıldı. 28 Mayıs 1938’de ise Askeri Yargıtay bu cezayı onayladı. Bir yıl önce, 21 Haziran 1937’de aklanmayla sona eren bir gizli örgüt kurma davası ise Yargıtayca bozulmuştu. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden görülecek olan davada hazır bulunması için, Ankara Cezaevi’nden alınarak İstanbul’da Sultan-ahmet Tutukevi’ne getirildi.1938 Haziran ayı sonuna doğru ise Donanma Komutanlığı’ndan gelen görevliler Nâzım Hikmet’i Sultanahmet Tutukevi’nden alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına kapatıldı.

Donanma Askeri Mahkemesi’ndeki yargılama Erkin gemisinde 10 Ağustos 1938 günü başlayıp 29 Ağustos 1938 günü son buldu. Nâzım Hikmet ‘e “donanmanın inhilal [dağılma] ve ihtilale maruz kalmasına” yol açmak istediği için 20 yıl daha ceza verildi. İki ceza birleştirilip yasaya göre gerekli kesintiler yapılınca 35 yıldan 28 yıl 4 aya indi.

31 Ağustos 1938 günü Sultanahmet Tutukevi’ne geri getirilen şairin bu akla durgunluk veren cezası, 29 Aralık 1938’de Askeri Yargıtay’dan gelen onayla kesinleşti. Böylece Piraye ile Mehmet’in Nâzım’la aynı çatı altında yaşadıkları mutlu günler de sona ermiş oluyordu. 1932’den 1938’e, topu topu altı yıl…

Yargıtay Nâzım’ın Harp Okulu Komutanlığı davasında aldığı 15 yıllık cezayı onaylayınca, Piraye Nişantaşı’ndaki evini dağıtıp Mehmet’i dedesine göndermiş, kendisi de Mithat Paşa köşkünden daha küçük bir köşke taşınmış olan annesi ile ablasının yanına, Şerafet Sokak No.18’e gitmişti.

Mehmet artık yaz kış dedesinin yanındaydı. Ortaokulu Fenerbahçe Stadı’nın bitişiğindeki karşılıklı iki taş yapıda, o günlerin Kadıköy 1.Orta’sında okudu. En başarılı dersleri matematik ile Türkçeydi. Altıncı sınıftaki öğretmeni şair Halide Nusret Zorlutuna’yı çok sevdi, yediyle sekizde ise Niyazi Bey adında son derece saygın, nitelikli bir Türkçe öğretmeni oldu. Matematikteki başarısı ise bu dersi kolay kavramasındandı. Bir de Kolej’den geldiği için doğal olarak İngilizcesi çok başarılıydı. Ortaokulda onu en zorlayan ders ise müzikti. Ağırbaşlı, yüzü gülmez bir insan olan Hulusi Öktem dersinin ciddiye alınmasını isteyen bir öğretmendi. Piyanonun başına geçip bir melodi çalar, bunu öğrencilerin önlerindeki nota defterlerine yazmalarını isterdi. Başarılı olamayanlar hiç kimsenin kendilerini kurtaramayacağını çok iyi bilirlerdi. Fenerbahçe Stadı ise Kadıköy 1.Orta’da geçirdiği üç yıl süresince Mehmet’in ikinci okuluydu. Burada bütün hafta boyunca futbol antrenmanları yapıldığı gibi, atletler de çalışırlardı. Spora meraklı öğrenciler, yalnız ünlü sporcuları değil, yeni yetişenleri de tanırlardı. Mehmet’in spora düşkünlüğü, özellikle futbol sevgisi bu yıllarda başladı. Ortaokul bitince, Piraye yeniden dil konusunu gündeme getirdi. Üstüne gidilmezse daha önce öğrenilenlerin de unutulacağını söylüyordu. Böylece Mehmet’e bir kez daha Robert Kolej yolu göründü.

Piraye’nin Altunizade köşkünde oturan Saime Teyzesinin oğlu Tuna her gün Üsküdar’a inip vapurla Bebek ya da Rumelihisarı’na gidiyor, oradan yürüyerek Kolej’in bulunduğu tepeye tırmanıyordu. Mehmet de okul dönemi boyunca Altunizade köşkünde kalıp onunla birlikte gidip gelebilirdi. İş taksitleri denkleştirebilmekteydi.

Birinci taksidi Fahamet’in kocası Vedat Başar, ikinci taksidi Mehmet Ali Paşa üstlendi. Böylece Mehmet 1941-1942 öğrenim dönemini Robert Kolej’de Hazırlık III’te İngilizce öğrenerek geçirdi. Dil derslerinin ortalamasında 100 üzerinden 75’i tutturabilse Özel Hazırlık denilen ikinci yılı atlayarak doğrudan Lise I’e geçecekti. Bunu başaramadı, 72 ya da 73’te takıldı, ayrıca matematikten de bütünlemeye kaldı. Bu durumda bir yıl Özel Hazırlık, dört yıl da lise olmak üzere, daha beş yıl okul dönemlerini Altunizade köşkünde geçirmesi gerekiyordu. Oysa Tuna iki yıl sonra Kolej’i bitirecekti.

Mehmet yakınlarını böyle uzun bir süre sıkıntıya sokmaktansa, Erenköy’deki pek çok arkadaşının okuduğu Haydarpaşa Lisesi’ne giderek üç yılda mezun olmayı daha akla yakın buldu. Dedesi zaten onu haftada bir görmekten, istediği gibi besleyememekten yakınıyordu, bu karara bayağı sevindi. Piraye de bir şey diyemedi, dil öğrenmek için yaşıtlarından iki yıl geride kalan Mehmet’in iki yıl daha yitirmek istememesine karşı çıkamadı. Ayrıca Altunizade’de çok başıboş kalıyor, Kolej’de öğlene kadar olan derslerin ardından soluğu Beyoğlu sinemalarında alıyordu. Erenköy’de ister istemez göz önünde olacaktı.

Haydarpaşa Lisesi’nde en büyük sorun sınıfların kalabalıklığıydı. Mehmet ilk iki yıl seksen kişilik sınıflarda okudu, ama ön sıralarda oturup ders dinleyerek, fazla çalışmadan iyi bir öğrenci olarak tanınmayı başardı. Fen-B ise, öğrencilerin çoğu matematikten korkup edebiyatı seçtikleri için otuz kişiydi. İşin en hoş yanı ise bu sınıfa edebiyat öğretmeni olarak Vasfi Mahir Kocatürk’ün verilmiş olmasıydı. Otuz kişilik bir sınıfta ünlü Talha hocadan matematik, Yedi Meşaleci bir şairden edebiyat dersi almak, hele bu iş fazla zorlanmadan, başarıyla, övgülere boğularak yapılabiliyorsa, insana mutluluk veriyordu. Mehmet Haydarpaşa Lisesi’nde okuduğu üç yıl boyunca bütün akşamüstlerini Mehmet Ali Paşa köşkünün hemen arkasındaki Hilal Sahası’nda futbol oynayarak geçirdi.

Yaz tatillerinde ise, bahçeye toplanan yerli ya da yazlıkçı arkadaşlarıyla, tam anlamıyla azıyorlardı. Futbolun yanı sıra, bol bol bisiklete biniyor, masa tenisi, voleybol, satranç, briç oynuyor, atletizm yapıyor, sabahları Caddebostan’a, Suadiye’ye yüzmeye, kürek çekmeye, akşamları kızlarla dans etmeye gidiyorlardı. Böylesine bir hareketlilik içinde dedesinin besleme taktikleri bile artık onu şişmanlatamaz olmuştu.

Annesi ise o daha dokuzuncu sınıftayken, 1942 yılı sonlarına doğru, Fahamet’le aralarında geçen bir tartışma sonucu Erenköy’den ayrılmış, Altunizade köşküne, Saime Teyzesinin yanına gitmişti. Uzak kaldığı, her gün konuşma olanağı bulamadığı oğlunun spordan başka bir şey düşünmemesine çok üzülüyor, ne zaman bir araya gelseler kitap okuması, şiir ya da öykü yazması, Nâzım’la mektuplaşması için ona bayağı baskı yapıyordu. Bu baskının etkisiyle Mehmet, Nâzım’la mektuplaşmaya, Zola, Balzac, Dostoyevski, Gorki gibi yazarları okumaya, kendi de iyi kötü bir şeyler yazmaya başladı. Ama önde gelen ilgi konusu gene futboldu. Oynamanın ötesinde artık her hafta maçlara da gidiyordu. 1945 yılında, okulun sona ermesine az kalmışken, ilk gün Karagümrük Stadı’nda, ertesi gün de Fenerbahçe Stadı’nda izlemeye gittiği maçlarda, üst üste iki gün iyice üşüyerek yatağa düştü. Ateşi uzun bir süre 37’nin altına inmeyince, ilgilenen doktor rontgeninin çekilmesine gerek duydu.

Sonunda verem tanısı konarak pneumothorax sağaltımına başlandı. Bu sağaltımda plevra zarının arasına hava verilip ciğer bir süre için söndürülüyordu. Okula gitmesi olanaksızdı. Yapılan hesaba göre üç gün için devamsızlıktan kalacak, iyileştikten sonra son sınıfı yeniden okuması gerekecekti. Oysa, devamsızlıktan kalmasa, istediği zaman sınavlara girebilirdi. Bu tatsız durum Öğretmenler Kurulu’nda görüşülüp devamsızlığından üç gün silinerek çözümlendi. Mehmet, bir yıllık bir sağaltım döneminden sonra, 1946 haziranı ile eylülünde hem sözlü lise bitirme sınavlarını, hem de yazılı Olgunluk sınavlarını vererek “Fen, iyi-iyi” ortalamasıyla Haydarpaşa Lisesi’nden mezun oldu. Bu ortalamayla Yüksek Mühendis Mektebi’nin Mimarlık Bölümü’ne girilebiliyordu. Çocukluğundan beri özlemi yazarlık da eden bir mimar olmaktı. Ama doktor buna izin vermedi. Edebiyat Fakültesi’ne gitmesini, devam zorunluluğu olmayan bir bölümü seçmesini istedi. 1946-1947 öğrenim döneminde, fazla zorlanmamak için girdiği İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün öğretmenleri ise, bu tür “hafife alınma”lara karşı içten içe duydukları bir öfkeyle öğrencilerine bayağı yükleniyorlardı. Mehmet dört yıllık bölümü ancak beş yılda, 1951’de bitirebildi. Bu arada yazarlığa da başlamıştı. Pek güvenemediği şiirlerini dergilerde takma adlarla yayımlıyor, öykülerinde, denemelerinde ise Memet Fuat adını kullanıyordu. İlk kitabı Tuna Baltacıoğlu ile birlikte 1946’da yayımladıkları Aşk ve Sümüklüböcek oldu. Bu 64 sayfalık kitabın ilk yarısında Tuna Baltacıoğlu’nun, ikinci yarısında Memet Fuat’ın kısa öyküleri yer alıyordu.

Üniversite yıllarında ise bu iki arkadaş Oktay Verel’le bir üçlü grup oluşturarak ilginç bir dergicilik serüveni yaşadılar. 1 Şubat 1950’de yayımlamaya başladıkları “Memleketimizde ve Dünyada Kitaplar” adlı aylık dergiyi 1 Temmuz 1950’ye kadar düzenli olarak altı sayı hiç aksatmadan çıkardılar. Yedinci ile sekizinci sayıları bir arada, bir ay gecikmeyle, 1 Eylül 1950’de, dokuzuncu, onuncu, on birinci sayıları ise gene bir arada, iki ay gecikmeyle, 1 Aralık 1950’de yayımlayabildiler. “Kitaplar” dergisi o yılların ünlü basımevlerinden Çituris Biraderler’de özenerek basılan tertemiz bir dergiydi, Ankara Caddesi’ni dolduran yayımcılardan biraz destek görse, kendileri için bir beklentileri olmayan gönüllü yöneticileriyle uzun yıllar yaşayabilirdi.

Ne yazık ki Memet Fuat’ın coşkuyla katıldığı bu ilk dergicilik serüveni on bir ay içinde amacına ulaşamadan sona erdi. Ertesi yıl, 1951’de, ikinci kitabı Yaşadığımız’ı yayımladı. Bu iç içe örülmüş öykülerden oluşan, roman gibi okunabilen, anlatımda yenilik aranışları içeren, gerçekçi bir yapıttı. Adalet Cimcoz’un, genç eleştirmenler Attilâ İlhan ile Fethi Naci’nin ilgilerini çekti. Ne var ki anlattığı bahçeden bir arkadaşının kendisine aşırı tepki göstermesi üzerine Memet Fuat ilk dağıtımdan sonra kitabının satışına son verdi.

1951’de tam üniversiteyi bitirmek üzereyken dedesi öldü. Babası Vedat Örfi ile iki amcası, daha Mehmet Ali Paşa ölmeden, köşke bir müşteri bularak satış sözü veren senetler karşılığı para çekmeye başlamışlardı bile. Ölümün hemen ertesinde, köşkteki eşyaların satışı için de bir açık artırma düzenlendi. Suzan ile Mehmet annelerinin yanına taşındılar. Hiçbir gelirleri yoktu. Liseyi bitirmeden öğretmenleriyle takışarak okulu bırakmış olan Suzan’ın bir işe girmesi, Mehmet’in de bir yolunu bulup para kazanması gerekiyordu.

Üniversite yıllarında bir ara “Aylık Ansiklopedi”ye çeviriler yapmış, yabancı kaynaklardan İngiliz Edebiyatı ile ilgili maddeler derleyip düzenlemişti. O günlerde tanıştığı Hüsamettin Bozok’un yüreklendirmesiyle “Yeditepe” dergisine denemeler yazmaya başladı. Bu denemeler başta Nurullah Ataç olmak üzere yazın çevrelerinin onunla ilgilenmesini, adının duyulmasını sağladı. Ama çok az bir telif ücreti alıyordu.

Üniversiteyi bitirince İstanbul okullarında yardımcı öğretmenlik için başvuruda bulundu. Hastalanıp hava değişimi izni alan öğretmenlerin yerine onların boş kalan derslerine giriyordu. Doğrudan öğretmenlik için başvurup Anadolu’ya gitmesine olanak yoktu. Çünkü hastalığı atlatmış olsa da, pneumothorax uygulaması sona ermiş değildi. Plevranın alt bölümünde toplanan su bir türlü çekilmediğinden, yapışma olmaması için, hava vermeye devam ediliyordu.

İstanbul Erkek Lisesi’nde bir süre yardımcı öğretmen olarak çalıştıktan sonra, girdiği Fulbright Bursu sınavında, görevli olarak bulunan İstanbul Milli Eğitim Müdürü, bursu almasının Nâzım Hikmet’le ilişkisi yüzünden Türk sorumlularca engellendiğini görünce, birtakım yer değiştirme işlemleri yaptırarak onu öğretmen yardımcılığından uzaklaştırdı. Kabataş Lisesi’ndeki öğretmen İstanbul Erkek Lisesi’ne aktarılmış, sırada bekleyen bir arkadaşı da onun yerine Kabataş Lisesi’ne yardımcı öğretmen olarak atanmış, Memet Fuat boşta kalmıştı. Yapılan bu gerekçesiz yer değiştirmenin ardından, ilkokulunda küçük çocuklara İngilizce dersi verdiği Özel Boğaziçi Lisesi’nin üst sınıflarına atanması için gerekli onay da alınamayınca, Milli Eğitim’de artık ona görev verilmeyeceği açıkça anlaşılmış oldu.

Yeni kurulan bir gazetede Beyoğlu muhabirliğini denedi, ama birkaç gün çalışınca, değil para kazanmak, yol paralarını bile kolay kolay alamayacağını anlayarak vazgeçti. Özel İngilizce öğretmenliği yapmayı düşündü, bir arkadaşıyla birlikte Beyazıt’ta küçük bir oda tutup sağa sola duyurular astılar. Gelen giden olmadı. Sonunda, boşuna kira ödememek için odayı bıraktılar. Bunun üzerine bir gazeteye küçük ilan vererek evlere gitmeye başladı. Birkaç kişilik gruplara tekrarlama yöntemiyle İngilizce öğretmesi kısa sürede çok öğrenci edinmesini sağladı. Ama bu kez de, bir evden öbür eve, İstanbul’da dört dönerken kendini koruyamaması yeniden sağlık sorunlarıyla karşılaşmasına neden oldu.

Doktoru sıcak bir odada oturup zorlanmadan çalışmasını istiyordu. Hüsamettin Bozok’un önerisiyle İngilizceden kitaplar çevirmeye başladı. Yeditepe Yayınları’na John Steinbeck, Erskine Caldwell, Jack London’dan öyküler, Walt Whitman’dan şiirler, Varlık Yayınları’na Edgar Allan Poe’dan, Katherine Mansfield’den öyküler çevirdi. Annesi oğlunun kışı Altunizade köşkünde geçirmesinin sağlığını tehlikeye atacağı kanısındaydı. Altı kişi bir araya gelip Rasimpaşa’da buldukları görece ucuz bir apartman katına taşındılar. Suzan, Nâzım Hikmet’in üvey kardeşi Metin Yasavul’la evlenmiş, kocasıyla birlikte Çağlayan Yayınevi’nde çalışmaya başlamıştı. Yedi yıla yakın Piraye ile birlikte oturan teyzesinin kızı İzgen üniversiteyi bitirip Şişli Terakki’de öğretmen olmuştu. Piraye’nin babası da üç aylığıyla aralarına katılmayı önerince, birbirini destekleyerek yaşayacak küçük bir topluluk çıktı ortaya. Bir odada Muhtar Bey, bir odada Suzan ile Metin, bir odada Piraye ile İzgen kalıyorlar, Memet Fuat da oturma odasındaki divanın üstünde yatıyordu. Ona düşen her ay bir kitap çevirerek dairenin kirasını ödemekti. Kışı böyle atlatıp yazın Altunizade köşküne geri döndüler. Bu arada köşkün büyük bahçesi, satılmak üzere, 600 m2 ile 1100 m2 arası nerdeyse kırk beşten fazla parçaya bölünmüştü. Saime Teyzesi, bu parçalardan birini üstüne bir ev yaptırması için Piraye’ye verdi. Mehmet Ali Paşa da ölümünden kısa bir süre önce, varlıklı bir kadın olan annelerinden kalan beş apartmanı birkaç ay içinde yok pahasına satıp çar çur eden oğullarına çok öfkelenerek Erenköy’deki bahçesinin en güzel yerinden bir dönüm kadar bir parçayı bölüp Suzan ile Mehmet’e vermişti.

İzgen’in Edebiyat Fakültesi’nden yakın bir arkadaşı olan Solmaz’ın ağabeysi Mimar Adnan Kuruyazıcı, Piraye’nin başından geçenleri uzaktan uzağa üzülerek izleyen bir insandı. Şimdi de çocuklara Mehmet Ali Paşadan gelen desteğin sona ermesiyle büsbütün güç bir durum ortaya çıkmıştı. Solmaz’ın aracılığıyla kurulan dostluk birtakım girişimler sonucu Erenköy’deki arsayı satıp Altunizade’deki arsaya iki katlı bir ev yapma kararıyla son buldu. Erenköy’deki arsa Vedat Başar’ın aracılığıyla o günler için çok yüksek sayılan bir fiyata, 40.000 liraya satıldı. Adnan Kuruyazıcı’nın bir mimar olarak her türlü sorumluluğu yüklenmesiyle de Altunizade’deki evin yapımına başlandı. Memet Fuat böylece ister istemez yazarlığı filan bırakıp bütün günlerini ustalar, işçilerle geçirir oldu. Adnan Kuruyazıcı bir zamanlar Yapı Usta Okulu Müdürlüğü yaptığından işleri en ince ayrıntılarıyla biliyor, bildiklerini öğretmekten de hoşlanıyordu. Temel çeşitleri, beton ölçüleri, taş işçiliği, hatıl, tuğla örme, köşe bağlama, lento, kalıp yapma, hasır, pliyeler, beton dökme, sulama, çatı kurma, kiremit döşeme, mahya koyma, ayrıca bütün araç gereçlerin gidip çarşıdan alınması, yapıya taşınması, her şey uygulanarak öğretilirken, bilgiye aç, meraklı bir öğrenciye gerekli kuramsal bilgiler de veriliyordu.

Bu özel öğrenim dönemi, karaborsa yüzünden yaşanan duraklamalarla oldukça uzun sürdü. Meraklı bir insan bir yapıyla böylesine yakından ilgilenince bayağı bilgileniyordu. Altunizade’deki evin kabası bitip pencereleri, kapı kasaları takıldıktan sonra, eldeki para tükenince, Adnan Kuruyazıcı, yeterli sayıdaki işlerine ek olarak bir apartman işi daha üstlenip başına Memet Fuat’ı koydu. Alacağı mimarlık ücretinin yarısını ona verecekti. Harem’deki bu apartmandan gelen parayla Altunizade’deki evin eksikleri büyük oranda tamamlandı. Ama kış aylarında ıslak bir yapının içinde, bütün gün ustaların çalışmalarını denetlemek, çarşılarda dolaşıp araç gereç satın almak, verem geçirmiş, iki ayda bir de olsa ciğerine hava verilmeye devam edilen bir insana göre değildi. Apartmanın son kat betonu dökülürken Memet Fuat gene yatağa düştü. Bu kez sağlam ciğerinin alt köşesinde bir zatülcenp izi görüldü. Doktor soğuk, ıslak ortamlarda sürekli kalmaması, evde sıcak odasında çalışması gerektiğini bir kez daha yineledi. Böylece yazılara, çevirilere geri dönülüyordu. Ama bunların yanı sıra bir yapı işi daha vardı. Hiç acele etmeden, kendini yormadan yapabileceği bir iş.

Saime Teyze Piraye ile birlikte Fahamet’e de bir arsa vermişti. Piraye’ninki iç köşede, Fahamet’inki onun arka çaprazında, Küçük Çamlıca Caddesi üstündeydi. Fahamet çok sevdiği, çok güvendiği yeğeni Memet Fuat’a düşlerinde yaşattığı evi ayrıntılarıyla anlatıp önce planlarını çizdirmek, sonra da yapımını üstlendirmek istiyordu. Hiç aceleye gerek yoktu. En güvendiği ustaları seçmesi, evinde oturup yazılarını yazarken arada bir soluk almak için bahçeye çıkıp çalışmalara göz kulak olması yeterdi. İstediği zaman yapıyı paydos da edebilirdi. Zaten Fahamet’in borsacı olan kocası Vedat Başar parayı bir kerede değil, parça parça vermekten yanaydı. Tek katlı bir villa olan evin çizimi, bir yüksek mühendis arkadaşa demir hesaplarının yaptırılması da az sürmedi, ama işi asıl uzatan, iyi ustaların boş kalmalarını beklemek, yanlarına başkasını istemeyenlerin yalnız çalışmalarına göz yummak gibi ödünlerdi.

Bu arada Memet Fuat “Yeditepe” dergisinde yeniden sürekli olarak yazmaya başlamıştı. Evde çalıştığı için sağlığı da oldukça düzelmişti. Doktoru plevra zarındaki suyun bir türlü çekilmediğini görerek, işi oluruna bırakıp pnomothorax’a son vermeyi önerdi. “Dileyelim, bir yapışma olmasın!” dedi. Ama oldu, hem de umulandan daha geniş bir alan yapıştı. Bir ciğerinin dörtte üçü artık solunuma katılmayacaktı. Yaşı otuzu bulmuştu, askerliğin ertelenme sınırına gelmek üzereydi. Elinde Haydarpaşa Asker Hastanesi’nden alınmış “B 36 Sakat” raporu vardı. Bu raporu alan erler altı ay, yedek subaylar ise tam süre, ama geri hizmetlerde askerlik yapıyorlardı… Bugün yarın derken çok gecikmişti. Daha da uzayacağını anladığı yapıyı paydos edip askere gitmeye karar verdi. Önce Ankara’da bir “mülakat”, sonra Eyüp’te Levazım ve Maliye Okulu. Üçüncü bölükte çevresine şöyle bir baktığında, derslikteki görünüm hiç de kötü değildi: Bir sürü yakışıklı, bakımlı adam… Ama talime çıkmaya başlayınca dökülmeye başladılar. Levazım üsteğmen anlayışlı davranıyor, bu dışı sağlam, içi sakat insanlara fazla yüklenmiyordu. Gene de her sabah revirin önünde bir kuyruk oluşmaktaydı. İyi kötü talimler yapıldı, nöbetler tutuldu, törenle yemin edildi. Artık gerçek askerdiler. Derken bir gün bölüğün başına, bir piyade üsteğmeni geldi. Talim konusunda ödün vermeyen, sağlam sakat ayrımı tanımayan bir subaydı. Birtakım tatsızlıklar yaşandı. Talim alanından revire taşınanlar oldu. Birkaç gün sonra bütün bölük Eyüp Dispanseri’nin önünde buldu kendini. Herkes radyoskopiden geçirildi. Yaklaşık on kişiyi ayırarak Kasımpaşa’daki Deniz Komutanlığı Asker Hastanesi’ne gönderdiler. Bunlar arasında Memet Fuat da vardı. Yeniden Heyet’e gireceklerdi. İç hastalıkları uzmanı, Memet Fuat’ı muayene ettikten sonra, devlet hizmetinde olup olmadığını sordu. “B 36 Sakat” raporu verem geçirenlere verilirmiş, oysa onda geniş plevra yapışıklığı olduğundan raporunun “B 37 Çürük” olması gerekirmiş. Çürüğe ayrılanlar askere alınmaz, ama devlet memurluğu da yapamazlarmış. Devlet memuru olan bazı hastalar bu yüzden bir yolunu bulup “çürük” oldukları halde “sakat” raporu alırlarmış. Heyete girdiğinde başkan Memet Fuat’ın yüzüne kuşkuyla bakarak kendisini çürüğe çıkaracaklarını bildirdi. “Askerlik yapman senin için tehlikeli olabilir,” dedi. Birkaç ay içinde iyice süzüldüğü, güçsüzleştiği bir gerçekti. Böylece asker ocağındaki kuşkulu serüveni sona erdi, gene Altunizade’deki işlerinin başına döndü. Fahamet Teyzesinin evi boya aşamasındaydı. Mahallenin çocuğu olan Hidayet adında çok iyi bir boyacı, yanına güvendiği bir arkadaşını aldı, birlikte özene bezene çalışmaya başladılar. Memet Fuat’a denetleyecek bir şey kalmamıştı. Bir gereği olursa Hidayet Usta eve geliyor, ya da yaptığı işin güzelliğini göstermek için seslenip onu yapıya çağırıyordu. Yazın dünyasından uzakta geçirilen günler sona ermiş, Piraye’nin evi yapılmış, bir yaşam kurmak için aşılması gereken askerlik görevi arkada kalmıştı.

Memet Fuat yazarlığın yanı sıra nasıl bir iş tutacağını, nereden, nasıl para kazanacağını düşünürken, boş durmamak için, yayımcıların ilgileneceğini sandığı bir kitabı, C.H.Goren’in The Fundamentals of Contract Bridge adlı kitabını, Briç-Yeni Sayı Metodu adıyla dilimize çevirdi. Ama umduğu gibi olmadı. Kimse ilgilenmedi kitapla. Çağlayan Yayınevi kapandıktan sonra İstanbul Matbaası’nda çalışmaya başlamış olan eniştesi Metin Yasavul, hem basım, hem de dağıtım işlerinden anlıyordu, kitabı birlikte yayımlamayı önerdi. Oysa Memet Fuat’ın hiç parası yoktu. “Sen bana 500 lira çeviri ücreti ver, sonra ne istersen yap!” dedi.

Metin Yasavul Briç’i yayımlayıp birinci basımını kısa sürede tüketince, yeni basımlar için sözlü bir ortaklık kurdu : “Çeviri senin, yatırım benim, kâr yarı yarıya.” Böylece Goren’in Briç’i ilerde ortaya çıkacak bir yayınevinin ilk kitabı oluyordu. Memet Fuat bir yandan da Varlık Yayınevi’ne çeviriler yapıyordu. Bu yoldan para kazanmaya çabalarken, yazın dışı bazı işler de yüklenmeye başladı. Büyük Adamlar gibi çeviri ağırlıklı derleme kitapların satışı, dolayısıyla getirisi daha çok oluyordu. Briç, Büyük Adamlar – F. Bengü bütün bu hoşlanılmayan işlerin harcanan adıydı. Bu arada Ülkü Tamer’le birlikte Varlık Yayınevi için hazırladıkları bir kısa oyunlar seçkisine Yaşar Nabi, sözleşme aşamasında, her zaman çevirilere ödediği ücretin altında bir ücret önerince, tepki gösterip sözleşmeyi imzalamadılar. Bu olaydan bir iki saat sonra ise De Yayınevi kuruldu. Memet Fuat ile Ülkü Tamer, ellerinde kitabın taslağıyla, ne yapacaklarını bilemeyerek Cağaloğlu Yokuşu’nu tırmanıp Nuruosmaniye’deki İstanbul Matbaası’na geldiklerinde bayağı düşünceliydiler. Varlık Yayınevi için, önceden danışarak yapmışlardı seçkiyi. Şimdi yeni bir yayımcı arayıp bulmak gerekiyordu.

Metin Yasavul onların elindeki taslağı alıp bir karıştırınca, Briç’ten biraz birikmiş paraları bulunduğunu, ama böyle bir kitabı bütün olarak basmaya yetmeyeceğini, isterlerse oyunları tek tek basabileceklerini söyledi. Önce bir oyunu basar, ilk dağıtımdan gelen parayla başka bir oyunu basar, böylece kitabı tamamlarken bir yayınevine doğru giderlerdi : Yatırımsız kendi kendine gelişip büyüyen bir yayınevi. Briç de gittikçe hızlanan satışıyla hem işin temeli, hem de sürekli destekleyicisi olurdu. Yayımlayacağı kitaplar salt niteliklerine bakılarak seçilecek, gideri olmayan bu soyut yayınevini, İstanbul Matbaası’ndaki küçük depo odasından Metin Yasavul yönetecekti. Kirası yok, çalışanı yok, gelen paralar doğru yeni kitaplara… Yayınevi’nin adı? Ad bulmak kolay deği İstanbul Matbaası Sait Maden’le çalışan titiz bir basımeviydi. Kendisine telefon edilip ad bulununca bir amblem çizip çizemeyeceği soruldu. Sait Maden olur derken seçilen adın “d-e” harfleriyle başlamasının iyi olacağını söylemişti. Akşam evde sözlüğü taradılar. Uygun bir ad yoktu. Bunun üzerine “De” adında karar kılındı. “Demek”ten emir, ya da “Biz de yayın yapacağız”daki “de” diye bir yakıştırma… Böylece “De Yayınevi” kurulmuş oldu. Mal sahipliğinin insanı kötülüğe çektiğini düşünen Memet Fuat, bunu açıklamasa da, yayınevine ortak olmadan, satış işlerine, gelir gider hesaplarına karışmadan, salt yayımlanacak kitapların seçimiyle ilgilenmek istiyordu. Sonunda Metin Yasavul ile Piraye Altınoğlu adlarına bir adi ortaklık kurulup maliyeye gerekli başvuru yapıldı.

Bu dönemde Memet Fuat artık eleştirmen olarak ilgileri iyice üstüne çekmiş durumdaydı. 1959’da dergilerde çıkan yazılarına seçkin yazın adamlarından oluşan bir Yargıcılar Kurulu Ataç Eleştiri Armağanı’nı vermişti. 1957’de ölen Ataç adına kurulup ilk olarak verilen bu armağanı aslında hiç beklemiyordu. Gerçi parasızlık çektiği günlerde hep yarışmalara katılır, değerlilik ödülleri alırdı; “Yeni İstanbul” gazetesinin, “Türk Dili” dergisinin öykü yarışmalarında, Yapı Kredi Bankası’nın senaryo yarışmasında ufak tefek ödüller almıştı; ama Ataç Armağanı’nın anlamı çok değişikti. De Yayınevi’nin ilk deneme kitabı olarak 1960’ta Düşünceye Saygı’yı yayımladı. Bu yapıt, beklediği gibi, 1961 Türk Dil Kurumu Deneme-Eleştiri Ödülü’nü kazandı. Böylece Memet Fuat’ın denemeciliği, eleştirmenliği iyice öne çıkarılmış, değerlendirilmiş oluyordu. Ama bir yandan da De Yayınevi hızla gelişmekteydi. Özellikle tek perdelik oyun kitapları büyük ilgi görmüş, dağıtımın yapıldığı yer olarak İstanbul Matbaası’na gelip gidenler önce yalnız belli kitapçılarken, giderek araya okurlar, özellikle indirim isteyen öğrenciler de katılmaya başlamıştı. Metin Yasavul, o olmadığı zamanlarda, ustalar işi gücü bırakıp gelenlere kitap satmak zorunda kalıyorlardı. Sonunda basımevi sahibi bu yayın etkinliğine bir son vermek gerektiğini söylemek zorunda kaldı. Bir yer tutulmasına, dağıtımın, satışların oradan yapılmasına karar verildi : Hem depo, hem satış, hem de çalışma yeri olarak kullanılabilecek büyücek bir oda… Yayınevinin, özellikle Briç kitabının geliri kirayı karşılayabilecek duruma gelmişti. Bu karar Memet Fuat’ın eleştirmenlikten yayımcılığa doğru kayışının ilk adımıydı. Çünkü böyle bir yer açılınca, depo, dağıtım, satış işleri, gelir gider hesapları, bütünüyle oraya aktarılmış oluyordu. Vilayet Han’da bir oda tutuldu. Bundan böyle De Yayınevi bu odadan yönetilecekti. Metin Yasavul baskı işleri dışında her şeyi Memet Fuat’a bırakmıştı. Fazla para harcamadan, bölme yerine de geçen raflar, depo işlevi gören, renkli etamin perdeli yüklükler, çarşı işi tahta koltuklar, masalarla cana yakın bir yayınevi düzenlendi. İyi seçilmiş, titiz basılmış kitaplarıyla okurlardan sürekli artan bir ilgi gören, 1963’ten 1972’ye kadar on yıl süreyle Memet Fuat’ın Seçtikleri – Türk Edebiyatı adlı yıllıkları yayımlayan, 1964’ten 1975’e kadar, 128 sayı, “Yeni Dergi”yi çıkaran bu küçük yayınevi, John Cruickshank’ın Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı, Kafka’nın Sato’su, James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi gibi büyük kitaplara geçtikten, Nâzım Hikmet’in dünyada ilk basımları yapılan Saat 21-22 Şiirleri, Piraye’me Rubailer, Dört Hapisaneden, Ferhad ile Şirin, Sabahat, Memleketimden İnsan Manzaraları gibi yapıtlarını yayımladıktan bir süre sonra satış sıkıntılarıyla karşılaştı. Marx’çı kitapların büyük bir hızla piyasayı kaplaması, soldaki okurların “yasaklanmadan almak” kaygısıyla bütün alış güçleriyle bu kitaplara yönelmeleri, arkasından doğal olarak yazına da militan bir havayla yaklaşılmaya başlanması, kültür ürünlerine, Christopher Caudwell’i, Roger Garaudy’yi, Ernst Fischer’i izleyen daha kapsayıcı bir açıdan bakan “Yeni Dergi” anlayışını olumsuzladığı gibi, De Yayınevi’ni de gözden düşürdü. Gene de yoktan var edilen bu anamalsız küçük kuruluşun yayın serüveni 1960 ile 1980 arasında yirmi yıl sürdü.

Memet Fuat askerlik dönüşü üniversiteden beri yakınlık duyduğu İzgen Öksüzcü ile evlenmişti. Fındıklı’daki Edebiyat Fakültesi’nde, biri İngiliz Filolojisi’nde, öbürü Türkoloji’de okurlarken her zaman birlikte gezmeleri, akraba olduklarından pek yadırganmazdı. Aralarındaki sevda ilişkisini İzgen’in sınıf arkadaşı Solmaz’dan başka bilen yoktu. Evleneceklerini söylediklerinde yakınları hem şaşırmış, hem de sevinmişlerdi. Kafaları, duyarlıklarıyla birbirine çok benzeyen iki insandılar. Memet Fuat’ın De Yayınevi’nde geçirdiği coşkulu, özverili yıllar boyunca, İzgen Bengü de Şişli Terakki Lisesi’nde aynı coşku, aynı özveriyle öğretmenlik etti. Öğrencilerince çok sevilen bir öğretmen oldu. 1961’de tek çocukları Kenan doğdu.

Altunizade’ye yerleştikten sonra, daha Fahamet Teyzesinin evinin temellerini attığı günlerde Memet Fuat, boş arsalarda futbol oynarken bağrışıp çağrıştıkları, kavga ettikleri, söverek konuştukları için ikide bir azarlanan, oyunları engellenen küçük çocukları korumaya başlamış, onları sportmenliğe yönlendirme çalışmalarına girişmişti. Hafta arası düzenli antrenman yapmaları, hafta sonu başka mahallelerin çocuklarıyla maçlar almaları, paslaşarak güzel futbol oynamaları, kısa sürede öfkeli çevrenin yumuşamasını, çocuklarla büyüklerin barışmasını sağlamıştı. Artık kimseyi rahatsız etmiyorlardı. Ağabeyler, ablalar, hatta anneler, babalar gelip onların maçlarını izlemekten hoşlanır olmuşlardı. Bu sırada Altunizade’deki eğitimli insanların bir araya geldikleri bir kahvede, futbola düşkün gençler, bir kulüp kurma düşüncesini ortaya attılar. Bağlarbaşı’nda, Çamlıca’da liglere katılan kulüpler vardı. Altunizade’nin de bir kulübü olmalıydı. Üstelik yıllar önce, o günün gençlerini bir araya toplayan, futbolun yanı sıra, boş bir dükkânı küçük bir tiyatroya dönüştürüp Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun yönlendirdiği doğaçlama oyunlar oynamalarını da sağlayarak unutulmaz bir kültür etkinliğini gerçekleştiren, “Altınyurt” adlı, kütüğe geçirilmemiş bir kulüpleri de olmuştu. Bu kulübü yeniden kurabilir, pek çoğu iş güç sahibi varlıklı insanlar haline gelmiş o günün gençlerinin tatlı anılarını canlandırarak desteklerini sağlayabilirlerdi. Böylece 1959 yılında Altunizade’deki bir kahvede Altınyurt Gençlik ve Spor Kulübü kuruldu. Beş kurucu arasına, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun oğlu Tuna Baltacıoğlu ile sporlara yakınlık duyan Metin Yasavul da alınmıştı. Fazla kalabalık olmayan bir semtin birlikte büyümüş, aynı okullarda okumuş çocukları, aynı kahvede toplanıyor, ama değişik partileri destekliyorlardı. O yıllarda C.H.P. ile D.P. özellikle gençleri bir araya toplayan kulüpleri, dernekleri kendi denetimlerine almak için yarışırlardı. Bu yüzden, siyasal oyunlardan hoşlanmayan bazı kimseleri Altınyurt’a çekmek pek kolay olmadı. Annesi semte adını veren Altunizade ailesinden olan Tuna Baltacıoğlu herhangi bir partiden değildi. Onun saygınlığıyla, kulüpte siyasaya kesinlikle yer verilmeyeceği görüşü inandırıcılık kazanınca, zaten hepsi aynı semtin çocukları olarak birbirlerini çok yakından, ailece tanıyan C.H.P.’liler ile D.P.’liler Altınyurt Kulübü’nde iyi bir iş yapmanın coşkusu içinde birlikte çalışmaya başladılar. Alışkanlıklarını sürdüren, kulübü bir partiye bağlamaya kalkanlar ise karşılaştıkları dirençle geri çekilmek, hatta çevreden uzaklaşmak zorunda kaldılar. Kahvede yapılan ilk genel kurul toplantısında, küçük çocuklara futbol takımı kurup düzenli maçlar yaptırması beğenilerek izlenen Memet Fuat da yönetim kuruluna seçildi. Altınyurt semtin desteğini alınca büyük bir hızla gelişti. Altunizade köşkünün parsellenmiş olan bahçesinden bir dönüm arsa kulübe bağışlandı. Bu güzel arsanın üstüne bir lokal yapılmalıydı. Kimi planını çizdi, kimi krediyle demirini, kerestesini, tuğlasını sağladı, kimi doğramasını, kiremitini, borularını bağışladı, kimi boğaz tokluğuna çalıştı, sonunda ortaya içinde sahnesiyle küçük bir lokal çıktı. Önüne de önce toprak, bir iki yıl sonra ışıklandırılmış asfalt bir basketbol ile voleybol sahası yapıldı. Altınyurt Spor Kulübü aslında Halkevleri’ne benziyordu. Ama şöyle bir değişiklikle : Halkevleri öncelikle kültür yuvalarıydı, bu kuruluşlara ağırlıklı olarak zihinsel etkinlikler için gidiliyor, istenirse spor da yapılabiliyordu. Altınyurt ise doğrudan bir spor kulübüydü, ama buraya spor için gelenler, duvarlara resim kolunun astığı resimleri izlemek, müzik kolunun çaldığı ezgileri dinlemek, tiyatro kolunun oynadığı oyunlara katılmak, edebiyat kolunun düzenlediği okuma gecelerinde yer almak olanağını buluyorlardı. Her şey amatörce, yarım yamalaksa da, son derece bilgilendirici, eğiticiydi.

Çocuklar birtakım etkinliklere katılırken anneler babalar da kulüpte toplanıp çay içiyor, evlerinde yapıp getirdikleri kekleri, pastaları birlikte yiyor, söyleşiyorlardı. Kulüp kısa sürede büyüklerin toplanma, mahalledeki oğlanların kızlarla doğru dürüst arkadaşlık etme, spor yapma, zihinsel etkinliklerde yan yana yer alma ortamına dönüşmüştü. Futbol, basketbol, voleybol, masa tenisi, satranç oynanıyor, eskrim yapılıyordu. Bu sporlar için gelen çocuklar, katılmasalar da zihinsel etkinliklerin yanından ya da içinden geçiyorlardı. Tiyatro, resim, müzik, folklor, fotoğraf, edebiyat, her şey vardı.

Çocuklara oynattığı futbol beğenilerek izlenen Memet Fuat’ın yetişkinler takımını da çalıştırması istenince, Altınyurt’un uygun boyutlarda bir sahası bulunmadığı için, Çamlıca Spor Kulübü’nün Kısıklı’daki sahası kiralanıp antrenmanlara başlandı. Ama daha ilk gün, nerede olanak bulsalar futbol oynayan bu gençlerin düzenli bir çalışmaya dayanamadıkları görüldü. Aslında oynamak istiyor, heves ediyor, ama futbol oynayabilecek duruma gelmek için yapmaları gereken çalışmalara katlanamıyorlardı. Her antrenmanda sayıları biraz daha azaldı. İstedikleri haftada bir gidip sahası olan bir takımla öylesine bir maç yapmaktı. Ama yetersiz kondisyonları bu işten tat almalarını önlüyor, tersine gerginliklere, gereksiz sinirlenmelere yol açıyordu. Oynanan bir iki sorunlu maçın ardından yetişkinler takımını kendi haline bırakmanın daha doğru olacağı görüşüne varıldı. Küçükler büyümekteydi. Önemli olan onların eğitilmesiydi.

Memet Fuat çalışmaları ünlü İngiliz antrenör Walter Winterbottom’un Soccer Coaching adlı kitabına göre yaptırıyor, çocuklar da büyük bir inançla gösterilenleri uyguluyorlardı. Altunizade köşkünün parsellenmiş arsalarından birinde, spor yaşı geçmiş olanların, eğlencesine oynamak için yaptıkları küçük bir saha vardı. Eski meşe direkleriyle paslı borulardan uydurma iki kalesine çürüğe çıkarılmış balıkçı ağları takılmıştı. Bu ağlı sahada en çok yedişer kişilik takımlarla oynanabiliyordu. Küçükler çalışmalarını da, maçlarını da burada yapmaktaydılar.

Altınyurt Kulübü yöneticileri çok sevdikleri bu çocukların büyümekte olduklarını, artık on bir kişilik futbola geçmeleri gerektiğini görünce, büyük bir saha yaptırmanın yollarını aradılar. Sahibi kulübe yakınlık gösteren yandaki köşkün eğimli otlağı üyelerden birinin tanıdığı bir işadamının gönderdiği buldozerle düzletildi. Tam boyutlarda kale, boru direkler, on bir kişinin oynayabileceği büyüklükte toprak bir saha, çalışmaların yönünü birdenbire değiştirdi. Ağırlık bireysel tekniklerin geliştirilmesinden takım taktiklerinin uygulanmasına doğru kaydı. Büyük bir sahaya kavuşmak, on bir kişilik oyuna geçmek, çocukların çalışmalara gösterdiği bağlılığı büsbütün artırmıştı. Aralarına sürekli başka semtlerden gelen yeni arkadaşlar da katılıyordu. Futbolu çılgınlar gibi seven bu “spor öğrencileri”ne temel WM (3-4-3) olmak üzere, çift santrforlu 3-3-4 (bir tür 3-5-2), 4-4-2 gibi değişik sistemler de öğretiliyor, maç içinde bir sistemden başka bir sisteme geçebilecek kadar bilinçli oynamaları sağlanmak isteniyordu. Bol bol taktik çalışmaları yapılıyor, “topla hareket halindeki bir oyuncunun topsuz hareket halindeki oyunculardan birinin yöneldiği alana top uzatması” diye özetlenebilecek, yansıtma paslı, çalımsız bir futbol öğretilmeye çalışılıyordu. Çalımın nerede, nasıl yapılması gerektiği de çok iyi belirtilerek… Belli durumlarda belli paslaşmalarla uyguladıkları gole gitme şemaları vardı. Bunları antrenmanlarda sürekli yineler, maçlarda uygun düştükçe kullanırlardı. Yedi sekiz yıllık bir çalışma sonunda, izlenmesine doyum olmayan gencecik bir takım çıktı ortaya. Aralarında on yedi yaşını aşmış olan pek yoktu. Altınyurt Sahası’nda çeşitli semtlerden gelen mahalle takımlarıyla maçlar yapıyor, kolay kazanıyorlardı. Bazen gelen takımlarda kümelerde oynayan yaşça büyük oyuncular da olur, çocuklardan kurulu bir takıma yenilmeyi onurlarına yediremez, sinirlenir, sertliğe başvurur, hakemlerle dalaşırlardı.

Giderek işin tadı kaçmaya başladı. Başlarında doğru dürüst bir antrenör olmadan gelen mahalle takımları karşılarındaki bu çocuk takımının nasıl oynadığını bile anlayamıyor, çok güç durumlara düşüyorlardı. Oyunu sırasında yavaşlatıp, sırasında hızlandıran, karşılarındaki kondisyonu yetersiz oyuncuları iyice yorarken kendileri diri kalan bu çocuklara, kenardan “Son on beş dakika!” uyarısı gelince, birdenbire önceden hazırladıkları gole gitme şemalarını uygulamaya başlıyor, tutturabilirlerse maç biterken birbiri ardına beklenmedik goller atıyorlardı.
Mahalle takımlarıyla yapılan maçlarda yaşanan olaylar, büyük kulüplerin genç takımlarıyla oynama düşüncesini getirdi. Ne var ki Altınyurt federe bir kulüp değildi, onun için de bu maçları almak için epeyce uğraşıldı. Fenerbahçe genç takımıyla Fenerbahçe Stadı’nda oynanan ilk maç 2-1 yenilgiyle sonuçlandı. Çocuklar çok büyük olan sahayı iyice yadırgamışlardı. Bir süre sonra yapılan ikinci maçı ise Altınyurt 4-2 kazandı. Sıra Galatasaray genç takımına gelmişti. Fenerbahçe’yle oynamış olmak, onlarla maç almayı görece kolaylaştırdı. Altınyurt Şeref Stadı’ndaki ilk maçı 2-1, ikinci maçı 3-1 kazanınca, Galatasaray’ın antrenörü gelip bir de Altunizade’de oynamak, kulübü görmek istedi. Bu üçüncü maçı da Altınyurt 1-0 kazandı. Aslında genç takımların en güçlüsü, hem İstanbul, hem de Türkiye şampiyonu olan İstanbulspor genç takımıydı. Onlarla iki kez Beylerbeyi Sahası’nda oynanan maçların ilki 1-1 bitti, ikincisini ise 4-1 İstanbulspor kazandı.

Ama bu maçlar İstanbulspor’un antrenman yapmasını engellediğinden, antrenörleri çalışmaya gelen herkesi oynatabilmek için oyuncularını ikiye bölüyor, sahaya birinci yarı bir takım, ikinci yarı başka bir takım çıkarıyordu. İlk maçta önce asıl takımını oynatmış, 1-0 öne geçmiş, sonra yedeklerini oynatınca, durum 1-1 olmuştu. Bu beraberliğe biraz bozulduğu anlaşılan, hep kazanmaya alışık antrenör, ikinci maçı kendi istemiş, bu kez tersine önce yedeklerini, sonra asıl takımını oynatmıştı. Birinci yarıyı yedeklere karşı 1-0 kazanan Altınyurt, ikinci yarıda dört gol yiyip maçtan 4-1 yenik ayrılmıştı. Fenerbahçe, Galatasaray, İstanbulspor ile oynamak çok güzeldi, ama topu topu yedi maç. Sonra? Yaz kış, her hafta maç yapıyorlardı. Semt takımlarıyla, mahalle takımlarıyla ister istemez oynamak zorundaydılar. Ne kadar titiz davranılsa, işi bir kan davasına döndürenlerden ne kadar uzak durulmaya çalışılsa, gene bir yerlerden çıkıp geliyorlardı.”Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi yenmişler, İstanbulspor’la berabere kalmışlar.” Bu tür sözler, kümelerde oynayan yaşça büyük kabadayı futbolculara Altınyurt genç takımını büsbütün bir “erek” durumuna getirdi. “Bu piçlere mi yenileceğiz!” diye açıkça olay çıkarmaya geliyor, hakemlere, oyunculara saldırıyorlardı. Maç günleri sahanın çevresini eli şişeli sarhoş izleyiciler de doldurmaya başlayınca, içinde bulunulan koşullarda futbolun bir eğitim sporu olarak kullanılamayacağı görüşüne varıldı. “Bu takımı olduğu gibi bize verin,” diyen Galatasaray antrenörünün önerisi çocuklara bir çıkış yolu olabilir diye umutlanılarak benimsendi. Böyle bir öneri gelmese, onca emek boşa gidecekti. Sonuçta futboldan bütünüyle vazgeçildi. Bir süredir pazar günleri semtin huzurunu kaçıran sarhoş izleyicili maçlar böylece sona ermiş oldu. Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü ise tam o günlerde kulübü futbol şubesi açmamak koşuluyla federe etmişti. Basketbol, voleybol, eskrim, masa tenisi, atletizm dallarında Altınyurt bölgesel liglere katılabilecekti.

Memet Fuat bu kez şiddete kapalı bir eğitim sporu olarak voleybolu seçti. Walter Winterbottom’un futbol kitabının yerini Rumen antrenör Dr. Gabriel Cherebetiu’nun voleybol kitabı aldı. Türkiye’de oynanan voleybolun dünyadaki uygulamanın çok gerilerinde kaldığını görmek, bu alanda kapsamlı bir araştırmaya girerek yeni bir anlayış edinmeyi adeta zorluyordu. Japonya’dan, Amerika Birleşik Devletleri’nden, Kanada’dan gelen kitaplar birbirini izlerken, Altınyurt yıldız erkek takımında başlattığı çalışmalar, Memet Fuat’ı, birkaç yıl içinde, önce İstanbul genç erkek karmalarının, sonra da genç ulusal takımın başına geçirdi. Türk voleybolunun yüksek paslardan, yatık, alçak, kısa, çabuk paslara geçiş döneminde, 1972’den 1980’e, erkek genç, umut, A ulusal takımlarının antrenörlüğünü birçok turnuvada Memet Fuat yaptı. Bu arada adları voleybol tarihinin baş köşelerine yazılan ünlü oyuncular yetiştirdi. Bir süre İtalya’da da oynayan unutulmaz smaçör Dünya yeğeni, Türk voleybolunu Japonya’daki 1998 Dünya Şampiyonası’na taşıyan takımın bir antrenör kadar bilgili pasörü Kenan ise oğluydu. Ayrıca, Altınyurt voleybol erkek takımı, profesyonellerin yer aldığı deplasmanlı Türkiye liglerinde, alt yapıdan gelen amatör oyuncularla tam on yıl oynayarak tekrarlanması olanaksız bir olayın gerçekleştiricisi oldu. Bu dönemde Altunizade semti bir voleybol cennetine dönmüştü. Kulübün çevresindeki evlerin her birinde, kızlı erkekli birkaç voleybolcu oturuyordu. Memet Fuat 1979-1982 yılları arasında Anadoluhisarı Gençlik ve Spor Akademisi’nde (bugün Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi) öğretim görevlisi olarak voleybol dersleri verdi.

1980’e doğru, De Yayınevi’ndeki etkinlik nerdeyse bütünüyle durmuşken, üyesi olmadığı Yazarlar Kooperatifi, yayımlamayı düşündüğü “Yazko Edebiyat” dergisini yönetmesi için onu üyeleri arasına aldı. 1980-1983 yılları arasında üç yıla yakın süren “Yazko Edebiyat” yöneticiliği sırasında, Seyyit Nezir’e aktarılmasına aracılık ettiği De Yayınevi’nden bütünüyle uzaklaştı. 1981’de Adam Yayınevi’nin yerli yayınlar yönetmeni oldu. Türk kültürünün birçok yapıtını yeniden derli toplu yayımlamaya başlayan bu yayınevinde, birbirinden değerli kitapların yanı sıra, Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin yapıtlarının yanlışsız basımlarının yapılmasına öncülük etti. 1987’de emekli oldu, ama yayıneviyle ilişkisini büsbütün kesmedi. 1985’te yayımlanmaya başlayan “Adam Sanat” dergisinin genel yayın yönetmenliği görevini, solunum yetmezliğinden ikinci kez yoğun bakıma girip çıktığı 1999 yılına kadar sürdürdü. Bu tarihten sonra vefat ettiği 19 Aralık 2002’ye kadar, yaşamını sürekli oksijen (SimO2), bir de kan gazını temizlemek için ara sıra bağlandığı (Bibap’s) makinesiyle sürdürüyor ve günlerini elli yıldır yazdığı denemelerini derleyip toparlayarak, olabilirse yeni kitaplar yazarak geçiriyordu.

Memet Fuat’ın 1959’da dergilerde çıkan denemeleriyle Ataç Eleştiri Armağanı’nı, 1961’de Düşünceye Saygı adlı kitabının birinci basımıyla Türk Dil Kurumu Deneme-Eleştiri Ödülü’nü kazandığını daha önce söylemiştik. Yayıncılığa, sporlara ağırlık vererek geçirdiği yıllar boyunca dergilerde bıraktığı denemelerini kitaplarda toplamaya girişince, otuz yıl gibi uzun bir aradan sonra yeniden ödüller almaya başladı. 1992’de Çağdaşımız Makyavel adlı kitabıyla Sedat Simavi Ödülü’nü Gülten Akın’la paylaştı. 1995’te kendisine Kültür Bakanlığı “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” verildi. 1996’da bunu Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyası izledi.
1997’de “Yaşasın Edebiyat” dergisinin yaptığı soruşturmada Gölgede Kalan Yıllar adlı yapıtı “Yılın Kitabı” seçildi. 2000’de ise “Dünya Kitap Eki”nin oluşturduğu bir yargıcılar kurulu Nâzım Hikmet adlı yapıtını “Yılın Kitabı” olarak değerlendirdi.

Memet Fuat’ın bugüne kadar yayımlanmış kitapları (Toplam 105 kitap)
Anlatı:

Aşk ve Sümüklüböcek (1946*, öyküler, Tuna Baltacıoğlu ile)
Yaşadığımız (1951, yeni yazımı, Adam, 1998, roman)
Bir Ayrılışın Öyküsü (Adam, 1998, öyküler)
Sana Deliler Gibi (Adam, 2002, kısa roman)
Adlin (Adam, 2003)
Anı:

Gölgede Kalan Yıllar (Adam, 1997)
Tribünden Palavra Anılar (Adam, 1999)
Yazarlığın Eteklerinde (Literatür, 2002)
Deneme:

Düşünceye Saygı (De, 1960, genişletilmiş basım, Yapı Kredi, 1994)
Çağını Görebilmek (Adam, 1982)
Unutulmuş Yazılar (Broy, 1986; Yapı Kredi, 1997)
Çağdaşımız Makyavel (Adam, 1992)
Eleştiri Sorumluluğu (Yapı Kredi, 1994)
İki Yönlü Yozlaşma (Yapı Kredi, 1995)
Konuşan Toplum (İyi Şeyler, 1996)
Dağlarda Yüreğim (Adam, 1996)
Özgünlük Avı (Yapı Kredi, 1996)
Sömürüsüz Bir Dünya (Adam, 1998)
Çoğunluğun Gücü (Adam, 1998)
Duyumsanmayan Karanlık (Yapı Kredi, 1998)
Biçemden Biçeme (Yapı Kredi, 1999)
Yaşlı Bir Şaire Mektuplar (Adam, 1999)
Aykırılıklar (Adam, 2000)
Konularına göre derlenen denemeler:

Demokrasi Kültürü (Adam, 2000)
Din ile Felsefe (Adam, 2000)
İkinci Yeni Tartışması (Adam, 2000)
Kültür Alışverişi (Adam, 2000)
Orhan Veli (Adam, 2000)
Nâzım Hikmet Üstüne Yazılar (Adam, 2001)
Eleştiri Üstüne (Adam, 2001)
Eğitim Sorunu (Adam, 2001)
Dil Üstüne (Adam, 2001)
Toplum ile İnsan (Adam, 2002)
Yaşamöyküsü:

Nâzım Hikmet (Adam, 2000)
Çeşitli:

Tartışmalar (Adam, 2001)
Aydınlar Sözlüğü (Adam, 2001)
Konuşmalar (T.İ.B. Kültür Yayınları, 2002)
İncelemeler (Adam, 2002)
Nasrettin Hoca Fıkraları (T.İ.B. Kültür Yayınları, 2002)
Kitap Eleştirileri (Adam, 2002)
Yaşamı, sanatı, yapıtları dizisi:

Yunus Emre (De, 1976; YKY, 1999)
Şinasi (De, 1977; YKY, 1999)
Pir Sultan (De, 1977; YKY, 1999)
Karacaoğlan (De, 1977; YKY, 1999)
Ahmet Haşim (De, 1977; (YKY, 1999)
Tevfik Fikret (De, 1979; YKY, 1999)
Namık Kemal (Yapı Kredi, 1999)
Köroğlu (Yapı Kredi, 2001)
Dadaloğlu (Yapı Kredi, 2002)
Antoloji:

Memet Fuat’ın Seçtikleri-Türk Edebiyatı (yıllıklar, De, 1963’ten 1972’ye 10 cilt)
İlkokul Çocukları İçin Şiirler (De, 1968; Adam, 1999)
Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi I – II (Adam, 1985; genişletilmiş basımı Adam, 1999)
Dünya Yazınından Çeviri Şiirler (Adam, 1992)
Dünya Yazınından Seçilmiş Kısa Oyunlar I – II (Adam, 1993)
Dünya Yazınından Seçilmiş Kısa Öyküler (Adam, 1993)
Türk Yazınından Seçilmiş Çocuklar İçin Şiirler (Adam, 1993)
Türk Yazınından Seçilmiş Denemeler (Adam, 1993)
Türk Yazınından Seçilmiş Eleştiri Yazıları (Adam, 1993)
Seçme Şiirler:

Nâzım Hikmet (Adam, 1997)
Orhan Veli (Adam, 1997)
Oktay Rifat (Adam, 1997)
Cahit Külebi (Adam, 1997)
Edip Cansever (Adam, 1997)
Sabri Altınel (Adam, 1997)
Cahit Irgat (Adam, 1998)
Melih Cevdet Anday (Adam, 2000)
Can Yücel (Adam, 2000)
Tiyatro:

Tiyatro Tarihi (Varlık, 1961; MSM Yayınları, 2000)
Her Yer Tiyatrodur (Yapı Kredi, 1997)
Spor:

Voleybol (Adam, 1983, Mehmet Bengü adıyla)
Albüm:

Nâzım Hikmet – Portreler (Yapı Kredi, 2001)
İnceleme:

A’dan Z’ye Nâzım Hikmet – Portreler (Yapı Kredi, 2002)
Günce:

Ölünceye Kadar I, II (Adam, 2003)
Mektup derlemeleri:

Nâzım ile Piraye (De, 1975; Adam, 1998)
Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar (De, 1968; Adam, 1998)
Piraye’ye Mektuplar (Adam, 1998)
Çeviriler:

Şiir:

Seçme Şiirler (Walt Whitman, “Çimen Yaprakları” adıyla 1954; Yön Yayıncılık, 1992)
Çimen Yaprakları (Walt Whitman, Adam Yayınları, 2003)
Roman:

Alın Yazısı (Erskine Caldwell, Varlık, 1954; Adam, 1994)
Öykü:

Kuyudaki Zenci (Erskine Caldwell, Yeditepe, 1953; Adam, 1994)
Ateş Yakmak (Jack London, Yeditepe, 1953; Adam, 1992)
Ölü Albayın Kızları (Katherine Mansfield, Varlık, 1953; Adam, 1991)
Kasımpatları (John Steinbeck, Yeditepe, 1953; Adam, 1992)
Gece Ağacı (Truman Capote, Varlık, 1954; Adam, 1989)
Denizin Değiştirdiği (Ernest Hemingway, Yeditepe, 1954; Adam, 1992)
Morgue Sokağı Cinayeti (Edgar Allan Poe, Varlık, 1954; Adam, 2000)
Yoksul İnsanlar (William Saroyan, Varlık, 1961; Adam, 1990)
Oyun:

Doğum Günü Partisi (Harold Pinter, De, 1965)
Kısa Oyun:
Don Cristobita ile Dona Rosita’nın Acıklı Güldürüsü (Federico Garcia Lorca, De, 1960)
Kulaktan Kulağa (Lady Augusta Gregory, De, 1961)
Çağrılmadan Gelen (Maurice Maeterlinck, De, 1961)
İstiridye ile İnci (William Saroyan, De, 1961)
Trenton ile Camden’e Mutlu Yolculuk (Thornton Wilder, De, 1961)
Zavallı Aubrey (George Kelly, De, 1964)
Hobi:

Briç, Yeni Sayı Metodu (Charles H. Goren, De, 1959) (Adam, 1994)

Memet Fuat için yapılan aramalar

Memet Fuat, Memet Fuat biyografi, Memet Fuat hayatı, Memet Fuat özgeçmişi, Memet Fuat hakkında, Memet Fuat doğum yeri, Memet Fuat fotoğraf, Memet Fuat video, Memet Fuat resim, Memet Fuat kimdir?, Memet Fuat kaç yaşında?, Memet Fuat kaç yaşında öldü? Memet Fuat nereli, Memet Fuat memleketi Memet Fuat ne zaman ve neden öldü? Memet Fuat Ölüm nedeni?

Twitter'de ara: Memet Fuat
Google'de ara: Memet Fuat